Hayatınızı kaplayan şeyi bu kadar yoğun yaşamanıza rağmen bir türlü ismini koyamıyorsanız, ya da rahatlıkla haykıramıyorsanız, ortada bir terslik var demektir. Bu kadar sayfanın arasında dolaştığımda; hayat çizgimi etkileyen, yaşadığım her şeyi bir süre sonra kayıplar ve kazançlar çetelesi haline getirmeme neden olan o tutkulu aşkın isminin olmadığını görüyorum ve tıpkı lisede olduğu gibi, bu duygudan korkuyorum. Üstelik şu anda elli beş yaşında olmama ve o aşk dolu günlerin üzerinden yıllar geçmesine rağmen... Ama altmış dokuz yılında yaşadığın aşkı haykırmak çok zordu, hele ki o aşk çevrendeki insanların şiddetle karşı çıkacağı bir aşksa ve sen bunun sadece bir oyun olmadığını adın gibi biliyorsan, ortaya çıkıp “ben aşık oldum, karışmayın” diyemezdin. Bunu demek istedim, evet, ama benim aşk diye hayatıma yerleştirdiğim o şey, yaşadığımız yılların çok ötesindeydi ve bunu yapmak demek, taşlanmayı göze almaktı. Ki, her şey ortaya çıktığında yaşadığım da tam olarak buydu.Haykırmak değil, gizlemek gerekiyordu. Ama bir süre sonra başlayan dedikodular bir atasözünün sürekli yinelenmesine sebep olacaktı etrafımda:
Ateş olmayan yerden duman tütmez.
Sanırım doğruydu bu cümle. Çünkü şu anda geriye dönüp baktığımda, ortada bir ateş bile olması gerekmediğini net olarak görebiliyorum. Ben içine girdiğim aşkta öyle bir yanmaya başlamıştım ki, birilerinin dumanı görmesi için dikkat etmesine bile gerek yoktu. Halk arasında söylendiği gibiydi halim; ateş bacayı sarmıştı.
Hala isim vermedim değil mi? Bu beş harflik ismi öyle çok içimde tuttum, öyle çok kendime saklamaya çalıştım ki; öyle birdenbire yazıvermek tuhaf geliyor bana. Olayların üstünden onca yıl geçmiş olmasına rağmen, hala saklamam gereken bir şey olmalıymış gibi hissediyorum. Sanki bu aşk açık açık yaşanmamalıymış gibi... Anlatılmamalıymış gibi... Altmış dokuz yılı için bile ağır olan o aşk, bunu kabul etmem gerekir; bu zamanda bile ortalığı oldukça karıştırırdı. Ben bile televizyonda bu tarz haberler gördüğümde; anlamama rağmen, içimde bir yerlerde bunun tuhaf olduğunu düşünmeden edemiyorum.
On dört yaşında bir kızın öğretmenine aşık olup onunla bir ilişki yaşamaya başlaması şu zamanda bile kolayca kabul edilebilecek bir şey değil gerçekten de. Haksız mıyım?
Sanırım filmi en başa sarmanın zamanı geldi artık. Kanatacağını bilsem de, o fotoğraflara yeniden bakacağım.
Resim öğretmeni Ayfer ve Matematik öğretmeni Hasan’ın düğün törenlerinde bizleri de aralarında görmekten mutlu oldukları o Ekim gününde ben lise ikiye gidiyordum. Henüz yaşım on dörttü, ama erken okula başlamış olmanın bana getirdiği yükün giderek artmaya başladığını hissediyordum. Küçük yaşta hemencecik büyüyüveren o kız, diğer arkadaşlarının beliren göğüslerine, etek boyunu kısaltarak ortaya çıkardıkları bacaklarının güzelliğine imrenerek bakıyordu. Benim de göğüslerim çıkıntı vermeye başlamıştı, ama sınıftaki diğer kızlarla kıyaslandığında hala bir çocuktum. Belki de bu yüzden, kızların aşk muhabbetlerine katılamazdım bir türlü. Soyunma odasında yalnız kaldıklarında okulun en yakışıklı çocuğuyla öpüştüklerini hikayeleyen kızlar, bana hiçbir şey anlatmazlardı.
Yaldızlı davetiyede bu iki sevimli öğretmenin adlarını gördüğümde mutlu olmuştum nedense. Her ikisi de bana yakın olduklarını hissettiğim insanlardı. Bunda, okulda tanıştığım ilk öğretmenlerin onlar olması kadar; o tanışma gününde yüzlerinde oluşan kızarıklığı zamanla kendimce anlamlandırmamın ve onlarla gizli bir suç ortaklığı hissetmemin de etkisi vardı. Öğretmenler odasında babamla bastığımız, ama babamın ne yaptıklarını anlayamadığı iki insan evleniyorlardı ve itiraf edeyim; Ayfer Hanım’ı gelinlikle gördüğümde bir peri kızına benzetmiştim. Daha gencecikti, makyajı ve saçı ustaca yapılmıştı, gelinliği tıpkı çizgi filmlerdeki iyi kalpli perilerinki gibi, uçuşan eteğiyle göz kamaştırıcıydı. Ne olursa olsun, her genç kız, küçükken gelinlik giymiş bir kadın gördüğünde hemen büyümek ister. Bir an önce büyüyüp o gelinliği giymek ve peri kızlarına benzemek... Bunun altında kadınca bir dürtü de yatar ve o dürtümüz -duymak istesek de, istemesek de- şunu fısıldar bizlere: “O gelinliği ben giyseydim daha güzel olurdum.”
Ayfer Hanım, elini tuttuğu Hasan Bey’le düğün marşı eşliğinde salona girerken, ben nefesimi tutmuş, izliyordum. Sanki bu görüntüyü içime kazımak, nefesimle çekmek istiyor gibiydim. Heyecandan annemin eline yapışmıştım ve daha sonra itiraf edeceği gibi, annem, o gün ne kadar mutlu olduğumu ellerimin titremesinden anlamıştı. Evet, gerçekten mutlu hayaller kurmaya o gün başlamıştım ben. Okuduğum kitapların da etkisiyle, bir gün büyük bir aşkın beni bulacağını, hiç beklemediğim bir anda sarmalayıp göklere uçuracağını düşünmeye başlamam da o güne rastlar. Ne eksiğim vardı ki Anna Karenina’dan? O da büyük bir aşk yaşamamış mıydı? Yaşadığı aşkın uğruna kocasını terk edip, çocuklarıyla görüşememeyi göze almamış mıydı? Gerçi o mutsuz olmuştu sonuçta, ama ben olmayacaktım.
Babamın bana kattıklarından biri de buydu işte. Ben liseye başladığımda tüm klasikleri okumuş, bitirmiştim. Şimdi sırada felsefe kitapları olduğunu söylüyordu babam, ama ben Anna Karenina’nın uğrunda her şeyden vazgeçilebilecek aşkına takılıp kalmıştım.
“Ooo, Murat Bey, buradasınız ha?” diyen babamın sesiyle kendime geldiğimde, ilk tepki olarak Murat Bey’e baktığımda, bu bakıştan sonra -belki o büyülü anın da etkisiyle- saçma sapan şeyler yapabileceğimi hissettim. İster inanın, ister inanmayın, on dört yaşımda olmama rağmen, karşımda duran kırklı yaşlarına yeni adım atmış, esmer tenli, kapkara gözlü o adamı gördüğümde, bu karşılaşmanın hayatımda yaşadığım en güzel şey olduğunu düşündüm. Bu tarz düşüncelerin kadınlarda oluştuğunu sananlar yanılıyorlar işte; ben, o küçücük, olgunlaşmamış aklımla, henüz baş vermiş küçücük göğüslerimle, tıpkı bir kadın gibi görmüştüm Murat Bey’i. Beynimden geçenlerin cinsellikle alakası yoktu elbette, ama bu bir insana karşı duyulan sıradan bir sevgi de değildi. Düpedüz, daha sonra adlandıracağım gibi aşkın bir karşılığıydı ve o gece yatağımda dönüp durarak uyumaya çalıştığım süre boyunca hep karşıma çıkacak olan görüntü, o gri takım elbiseli, esmer tenli adama aitti.
Babamla şakalaşan, konuşan o adama hayranlıkla bakarken; beni herkesle tanıştırmak için can atan babamın bu sefer bu kadar isteksiz olmasına kızıyordum. İlkokula başladığım andan itibaren beni hiç istemediğim bir sürü insanla tanıştırmış olmasına rağmen, ilk defa tanışmayı istediğim biriyle tanıştırmıyor oluşuna şaşırmıştım. Kendimi göstermek için biraz daha yanına yaklaştığımı itiraf etmeliyim sanırım.
No comments:
Post a Comment